TYLER DURDEN vs 2020
- Emir Turan
- Jun 12, 2020
- 6 min read

Dövüş Kulübü (Fight Club) filmini birçoğunuz izlemişsinizdir diye düşünüyorum. Günümüzün mevcut kapitalist ve tüketim odaklı sistemini bence en iyi eleştiren, içinde barındırdığı ve halen üzerinde tartışılan derin felsefesi ile muhteşem bir kitap uyarlamasıdır. Beni de en derinden etkileyen filmlerin başında gelir. İzlemeyenler veya hatırlamak isteyenler için kısa bir özet:
NOT: Filmi görmemiş ve izlemek isteyenler devam etmesin, çünkü hemen her önemli detaydan aşağıda bahsediyorum. Filmi kısaca anlatmam ve felsefesinden biraz bahsetmem gerekiyor ki yazımda anlatmak istediğim şey daha net olsun.
Filmde ismi belirtilmeyen ana karakterimiz (Edward Norton tarafından oynanan aynı zamanda anlatıcı olan kişi) monoton ve sıkıcı bir işi olan, tek derdi evini, kıyafetlerini ve hayatındaki diğer eşyalarını tamamlayarak kendini “tam-bütün” hissetmek olan, çalış-kazan-tüket-tekrarla sarmalında yaşayan bir beyaz yakalıdır. Aynı zamanda da insomnia (uyuyamama) hastasıdır. Bu kişinin ismi filmde anlatıcı olsa da biz yazımızın akıcılığı için kendisine “Jack” diyeceğiz.
Jack bir gün doktora gidip uyuyamadığı için acı çektiğini söyleyip uyku ilacı dilenince doktor kendisine gerçek acıyı görmek için testis kanseri yaşayıp testislerini kaybetmiş erkeklerin destek grubu toplantılarını görmesini tavsiye ediyor. Bu biraz da alaycı tavsiyeyi ciddiye alan Jack gerçekten de toplantıya gider ve sanki onlardan biriymiş gibi davranır. Toplantının bir seansında herkesin bir diğer hastaya sarılarak ağlaması gerekmektedir. Kendisine daha sonra yakın arkadaşı da olacak “Bob” ı seçen Jack, her nasılsa bu egzersiz esnasında kendini rahat bırakır ver hüngür hüngür ağlamaya başlar. Ve o gece uzun zaman sonra ilk defa uyuyabilir. Hem de kendi deyimiyle bebekler bu kadar iyi uyumuyorlardı.
Uyumak için destek gruplarındaki ağlama seansını keşfetmiş olan Jack ne kadar farklı hastalıklara sahip insanlar için destek grup toplantıları varsa hepsine katılmaya ve böylece her gece onlarla beraber ağlayıp rahatladıkça uyuyabilmeye başlar. Ta ki “Marla Singer” adında işsiz güçsüz, evsiz bir kadın da bu toplantıların hepsine katılmaya başlayana kadar. Marla’ da kendisi gibi bir sahtekârdır. Hiçbir hastalığı olmadığı halde sırf vakit geçirmek için bu toplantılara katılıyordur. Ve Jack için büyü bozulur, tekrar uyuyamamaya başlar. Marla ile yüzleşip kendisi ile bir anlaşma yaparak destek gruplarını paylaşsalar bile Jack için eski uykusuz günler geri dönmüştür.

Jack işi gereği sık sık uçakla seyahet etmektedir. Bir gün uçakta “Tyler Durden” adında (Brad Pitt tarafından canlandırılan) bir adamla tanışır. Son derece enteresan ve o kadar da karizmatik olan Tyler Durden sabun üretimi yapmaktadır ve kendisine kartvizitini verir. Uçaktan inen Jack valizinin kaybolduğunu fark ederek bir çok “önemli” eşyasını kaybetmenin derin üzüntüsü ile evine döner. Ancak vardığında görür ki bir “gaz kaçağı” sebebi ile dairesi havaya uçmuş ve yok olmuştur! Bir anda evsiz ve eşyasız kalan Jack ne yapacağını bilemez bir haldeyken içinden bir ses onu Tyler’ ı aramaya yönlendirir. Tyler’ le bir barda buluşup tüketim üzerine derin bir sohbet yaparlar. Kendisine tüm eşyalarını kaybettiği için sızlanan Jack’ a Tyler “sahip olduğun şeyler sonunda sana sahip olmaya başlayacaktır” der. Bar çıkışında bir şekilde geceyi Tyler’ ın evinde geçirmeye karar verirler. Ve işte bu anda kendisine bir yumruk atmasını isteyen Tyler ile kendi istekleriyle bir kavgaya tutuşan yeni arkadaşlar bu deneyimin kendilerini ne kadar iyi hissettirdiğini fark ederek “Dövüş Kulübü” nü kurarlar. Her cumartesi aynı barın bodrum katında buluşarak modern dünya içinde maskulenliği bastırılmış sözde medeni erkeklerin dövüşerek tekrar erkekliklerini buldukları ve sayıları her geçen gün artan bu gizli erkekler kulübü zamanla evrilip “Karmaşa Projesi” (Project Mayhem) adı altında gizli bir topluluğa dönüşür. Topluluğun iki lideri Tyler ve Jack’ in mesajları nettir.
“Bir kişi ancak her şeyini kaybettikten sonra özgürdür”.
“Hiç kimse diğerine göre özel değildir”
“Maddi varlık ve temel ihtiyaç olmayan her şey sadece gereksiz değil aynı zamanda insanoğlunu esaret altına alan şeylerdir”.
“Herkes bir gün ölecektir ve bundan korkmak saçmalıktır, aksine bunun bilincinde olup hayatımızı buna göre yaşamalıyız”
“İnsanlar banka hesaplarında ki para değillerdir, kullandıkları araba değillerdir, sahip oldukları maddi varlıklar değillerdir. Her insan aynı şekilde hayatı her gün her dakika biraz daha sona eren, sürekli bedensel olarak çürüyen sıradan organizmalardır”.
“Sistem hepimizi sürekli gereksiz ürünleri tüketerek kendimizi ve özümüzü unutmaya yönlendiren zihinsel bir tuzak, bir hapishanedir.”

"Karmaşa Projesi" nin nihai amacının ise artık tüm ülkeye yayılmış olan gizli üyeleri ile büyük finansal kuruluşların ana merkezlerini (içeride hiç kimse yokken) havaya uçurarak tüm insanlığın finansal kayıtlarını yok etmek ve bu suretle tüm insanları borçsuz, parasız ve eşit hale getirerek özgürleştirmek olduğu ortaya çıkar.
Ama hikâyenin esas vurucu yeri ise bambaşkadır. Tyler Durden ve Jack aslında aynı kişilerdir! Jack, tüketim toplumu sistemi içinde boğulmuş, sürekli aynı monoton ve anlamsız işi yaparak ve kazandığı her kuruşu gene gereksiz eşyalar almak için kullandığı paradoksal sarmalın içinde önce insomnia ardından da şizofreni hastası olmuş ve Tyler Durden’ ı yaratmıştır. Tyler’ la yaptığı tüm dövüşlerde aslında kendisini yumruklamakta, proje üyelerini Tyler olarak yönetirken Jack olarak ise kendini Tyler olarak seyretmektedir. Evini bile aslında kendisi havaya uçurmuş ve böylece Tyler’ a dönüşme sürecini kendisi için zorunlu hale getirmiştir.
Şimdi gelin bu son derece kısa ve aslında hikâyenin tam olarak özüne ve derinliğine inememiş olsa da bu özetin üzerine filmde verilen mesajları gerçek hayatımızda tahlil edelim.
Bu yazıyı okuyan hepiniz, ben de dâhil olmak üzere modern ve medeni hayatın içinde yaşıyoruz. Hemen herkesin bir işi var ve para kazanmak zorunda. Para kazanmak zorunda çünkü en başta temel ihtiyaçlar olmak üzere herkesin kendisi için belirlediği bir hayat standardı var. Örneğin binmek istediği araba, periyodik olarak gitmek istediği restoran, giymek istediği kıyafet markası, tatil yapmak istediği otel vb…
Peki, bu “standartları” gerçekten kişiler mi belirliyor? Hayır. Tüm bu standartlar bizlere reklamlarla, pazarlama aktiviteleri, sinema, televizyon, diziler, sosyal medya ve ünlüler aracılığı ile bir üst akıl sistemi tarafından dayatılıyor. Belki zorla değil, ama bilinçaltımıza işlenerek, bu standartların sayesinde insanın “değerli ve tam” olacağı, gerçek bir imaj sahibi olacağı mesajı ile dayatılıyor. Ve insanların beyni öyle bir yıkanıyor ki, sürekli olarak kuyruğunu kovalayan kedi gibi hep bu standartların peşinden koşan, ama hiçbir zaman yakalayamayan bir sarmala giriyor, özümüzden ve iç dünyamızdan uzaklaşıp adeta programlanmış robotlara, tam manası ile “tüketicilere” dönüşüyoruz. Tatmin edilen her standardın ardından kişi aynı sarmala tekrar giriyor ve hayatımız boyunca bu paradoksun içinde yaşayarak zamanımız gelince ölüyoruz.

Oysa bir düşünün: Bir insanın hayatını ikame ettirebilmesi için nelere ihtiyacı var? Bedensel yaşam için besin, soğuktan ve sıcaktan korunmak için barınak ve giyecek. Tüm bunlara ek olarak sadece sağlık hizmeti sayılabilir. Bu kadar. Geri kalan her şey? Lüks! Bu kadar.
Şimdi diyeceksiniz ki “Ama modern dünya artık böyle işlemiyor, herkesin kendini mutlu etmek için bazı lükslere ihtiyacı oluyor”. Haklısınız. Gerçekten de çalışılarak kazanılan para sonrası alınabilen lüks eşyalar insana mutluluk veriyor. Peki, bu mutluluk kalıcı oluyor mu? Daha da önemli bir soru: Siz mutlu musunuz?
Etrafınıza bakın. Dünya’ nın tamamına yayılmış bir gelir adaletsizliği, terör, halen devam eden üstü kapalı kast sistemleri var. Bir yanda şatafat ve israf içinde yaşayan, ölümünü bile geciktirecek kadar kendilerine bakılabilen aşırı zenginler, bir yanda en temel besinlere ulaşamayan, en temel sağlık hizmetlerinden bile yararlanamayacak kadar fakirlik içinde yaşayan insanlar var.
Ve belki de en acısı, her gün gittiği işinde hiçbir anlam bulamayan, ama modern dünya düzeni içinde yaşamak için buna mecbur olan, 52 haftanın sadece 2 haftasında dinlenmek için didinen, sözde standartlara ulaşmak için debelenen, kısa yaşamları her dakika sona biraz daha yaklaşan “beyaz yakalı köleler”.

İnsanoğlu sizce bu haliyle mutlu mu? Veriler bu soruya hayır cevabını veriyor. Depresyona giren, anti-depresan ilaçları kullanan ve hayatlarında hiçbir anlam bulamayan insan sayısı insanlık tarihinde olmadığı kadar yüksek.
Daha da acısı, hiç kimse bu durumun sebebini sistemde aramıyor. Herkesin suçlayacak birisi var. Patronu, eşi, ailesi, çevresi ve en kötüsü de kendisi.
Tüm bu yazdıklarıma bazıları şöyle bir cevap verebilir: “Sen ne konuşuyorsun, sen de bu sistemin bir parçasısın”…
Evet, doğru, ben de bu sistemin bir parçasıyım. Hatta beni sistemin körükleyicilerinden biri olarak bile görenler çıkabilir. Sistemin karşı konulamaz gücü benim de üzerimde. Ancak sorguluyor ve arıyorum. Doğamıza daha uygun, insanlığımızı ve özümüzü hatırlamamızı sağlayacak daha doğru bir sistemin ne olabileceğini arıyorum. Bugüne kadar mevcut sistemin anti-tezi olan birçok sistem ortaya atıldı. Ancak hepsinin geçersizliği zaman içinde meydana çıktı ve mevcut sistem güçlenerek yoluna devam etti. Belki de mevcut sistem tezine tam zıt bir anti-teze değil, daha hibrit bir sisteme, bir senteze ihtiyacımız var.
Şuan 2020 yılındayız. Endüstriyel devrimin üzerinden 220 yıldan fazla zaman geçti. İnsanoğlu teknoloji, sağlık, iletişim ve üretim açısından gerçekten çok ileri aşamalara geldi. Ama evrenin kozmik dengesi içinde tüm bu kazanımların bir bedeli oldu. Gelir adaletsizliği, modern kölelik, iklim değişiklikleri, global ısınma, doğal kaynaklar ve besin kıtlıkları, hızla tüm dünyaya yayılabilen hastalıklar, kitle imha silahları, ruhsuzluk, depresyon ve kaybedilen varoluş anlamı.

Savım insanlığın tekrardan avcı-toplayıcı özüne dönmesi gerektiği tabii ki değil. Bu gereksiz olduğu kadar bu saatten sonra mümkün de değil. Dövüş Kulübü filminde anlatılan şekilde radikal eylemler yapmakta tabii ki savunduğum bir şey değil. Ancak bir yerlerde bizleri özümüze tekrardan kavuşturacak, hayatımızı anlamsız hedeflerin odağından çıkaracak, insanlığın tamamını tatmin edebilecek, dahası insanların kısa yaşamlarını hem daha mutlu hem de daha anlam dolu yaşayabilecekleri, maddiyat odaklı değil, maneviyat ve insancıllık yönlerimizi tekrardan ortaya çıkarabilecek, bunu geliştirebilmemize olanak sağlayan bir sistem.
Yıl 2020. Sistemin yan etkileri artık kendisini en net şekilde göstermeye başladı. Bugün sistemin içinde bunları yaşayan biz yeni yetişkinler halen bir şekilde devam edebiliyoruz. Ancak bir sonraki nesil için bu yan etkiler daha da artacak ve içinden çıkılması neredeyse mümkün olmayacak bir hale gelecek. Ben sorguluyor ve arıyorum. Şuana kadar net şekilde emin olduğum tek şey ise insanlığın yeni bir manevi devrime, bir uyanışa ihtiyacı olduğu.
Peki ya siz? Siz mutlu musunuz? Siz de sorguluyor ve arıyor musunuz?

Comentarios